6 Haziran 2013 Perşembe

Empati..

son günlerde yaşadıklarımız malum. bu konudaki ilk ve son sözüm de bu olsun..
ben ağlayarak okudum, sadece okuyun ve sonra kendi fikrinizi savunmaya devam edin..

Milyonların hislerine tercüman olan mektup...

Gezi parkı provokasyonu sonrası bir vatandaş isimsiz olarak gönderdiği mektubunda milyonların hislerine tercüman oldu... İşte duygu yüklü o mektup:

Neden Tayyip Erdoğan?
Fakültede bir kıza âşıktım. Bir gün bahçede oturuyorduk. 28 Şubat kararlarının bütün sertliğiyle uygulandığı günlerdeyiz. Yıl 2000. Benim başörtülü sevgilim ve arkadaşları, büyük bir utanç ve mahcubiyet içinde fakülte bahçesine girerek, başlarını bile kaldırmadan, duvara sürtüne sürtüne fakülte binasına girdiler. Hayatında ilk kez başörtüsünü çıkarmış, başına geçirdiği peruk, görünmesin diye boğazına sardığı şalla, utanarak o günkü sınavına gidiyordu sevgilim. 
Bahçede oturmuş, onu o halde görünce bir erkek olarak, varlığımdan utandım. Sevgilime devlet eliyle iftiralar atılıyor, yasaklar getiriliyor, bense evleneceğim kadına hiçbir şekilde yardım edemiyordum. O utancımı hâlâ unutamam.  
Bir gün başörtülü bir sınıf arkadaşım, ağlayarak sınıfa girdi. "Neden ağlıyorsun?" diye sorduğumda, kapıdaki görevlilerin kendisine hakaret ettiğini söyledi. O anda gözüm döndü, direk dekanın odasına çıktım, görüşmek istediğimi söyledim. Biraz sonra kabul edildim. 
Tüm metanetimi koruyarak, sakin bir dille kapıdaki güvenlik görevlilerinin kuralları uygularken keyfi davranıp, başörtülü kızlara hakaret ettiğini söyledim. "Neden bunu yapıyorsunuz?" diye sordum. 
Dekan bey, gayet kibar bir şekilde, görevlilerin sınırı aşmış olabileceğini, onlarla konuşacağını söyledi. Ek olarak da, başörtüsü yasağının dayanaklarını, hukuki süreci, AİHM'nin bile Türkiye'yi bu konuda haklı bulduğunu, yapabileceği bir şey olmadığını, bu kızların geleceklerini tehlikeye attıklarını söyledi. "Ben bu kızların hepsine kefilim, hiçbiri başörtüsünü ideolojik bir simge olarak kullanmıyor." dedim. "Fark etmez" dedi, "o insanları kullananlar var, onlar da kendilerini kullandırtmasınlar." Sinirlendim, "Dekan bey" dedim, "madem öyle, ben de size şu bilgiyi vereyim. Ne yaparsanız yapın, bu kızla başlarını açmayacaklar." O da sinirlendi, ayağa kalktı, "Öyleyse söyle onlara, eğer balarını açmazlarsa ben de zor kullanacağım." dedi ve beni gönderdi.
Yasaklar beraberinde toplumsal dışlanmayı da getirdi. Ben, o başörtülü kızla evlendim. Odur budur eşim bu toplumda asla eşit fırsatlar tanınan bir Türkiye vatandaşı olmadı, olamadı. İslamcı camia dışındakiler, devletin öcü gördüğü bu insanlarla ne hayatlarını ne iş imkânlarını paylaştılar. Muhafazakâr camia da, “Biz size iş vermezsek sürünüşünüz.” tutumu sergiledi. Üniversitelere kayıt için bile giremedi eşim, devletin tiyatro salonlarına alınmadı, yüksek lisans yapmak istiyordu, başvuru dahi yaptırmadılar. (Bu sorun 2010 gibi, o da herhangi bir düzenleme olmadan, şifahen çözüldü.)
Ben bir İmam-Hatip mezunuyum. Fakülte yıllarında Tv Yapım Yönetim diye bir dersimiz vardı, 1. sınıfta aldığım bu dersten 8 yıl boyunca geçemedim. En sonunda şöyle geçtim; fakültede çan eğrisi sistemi uygulandı. Sınıf ortalaması düşük olunca ben de ortalamaya girdim ve öyle geçtim.  Mezun olduktan sonra bir arkadaşımdan tesadüfen şunu öğrendim; beni aynı dersten 8 yıl boyunca geçirmeyen hocamız, İmam-Hatip mezunlarını öğreniyor, onları çok çok harika bir kâğıt vermedikçe (yani dekanlığa dilekçe verip soruşturma başlatma hakkına sahip olmadıkça) dersten geçirmiyormuş. 
Sevindim. Çünkü aynı dersten 8 yıl boyunca kaldığım için kendimi geri zekâlı gibi hissediyordum. Bu duygudan kurtuldum.
,Üzüldüm, çünkü liseden okul birincisi olarak mezun bir insanı, sırf İmam-Hatipli diye 8 yıl aynı dersten bırakmanın bir karşılığı olabiliyordu yaşadığım ülkede.
O yıllar, hakimlik sınavı mülakatına giren Hukuk mezunu İmam-Hatipli gençlere, mülakatta, “Sibel Can’ın eski sevgilisinin adı nedir?” diye sorulduğu yıllardı.
Biz bütün bunları yaşarken, kimse yanımızda yoktu. Erbakan’ın partisi kapatılmış, kendisi 5 yıl siyasî yasakla cezalandırılmıştı. (Kendi kuşağı içindeki liderler arasında, Erbakan’a ayrıca haksızlık yapıldığına inanıyorum. Demirel’e ve Ecevit’e tanınan imkânların O’na da tanınması, O’na da tahammül edilmesi gerektiğine inanıyorum. Hâlâ içimde bir yara olarak durur.) Erbakansız bir Fazilet Partisi’nin hiçbir başarıya ulaşamayacağını en az Bülent Arınç kadar biz de, devlet de biliyorduk. CHP ve DSP, bizim zaten dışlanmamızı, ötekileştirilmemizi sağlayan partilerdi. DYP ve ANAP, askere ya da siyasal menfaatlere boyun eğmiş, 28 Şubat kararlarının altına imza atmışlardı. MHPli arkadaşlar ise, “Devlet böyle buyuruyor, yapacak bir şey yok” diyerek, biraz da acıyarak bakıyorlardı bize. Hatta Nesrin Ünal, MHP milletvekili olarak TBMM’ye girerken başını açmış, bize bu ülkede ancak bu şekilde yaşayabileceğimizi göstermişti.
Bekir Coşkun bizi “çağdışı, bidon kafalı, göbeğini kaşıyan adam” olmakla suçluyor (Milan Kundera okuyor olmam bile beni bu sıfattan kurtarmaya yetmiyordu), Nur Serter, “örümcek kafalı” dediği kızları, at gözlüklerini (!) ve başörtülerini çıkarmaları için “İkna Odaları”nda ikna ediyordu.  
İşte tam bu dönemde Tayyip Erdoğan, bir umut olarak doğdu. Herkesin yüzüstü bıraktığı, sırtını döndüğü günlerde, bu adam, kendisinin de şiir kasetinde yer verdiği şiirde söylediği gibi, “Bizim de yaşadığımız hayattır be kardeşim” deme imkânı sağladı bize. Kendimizi diğer insanlarla eşit şartlarda görebilme imkânının adıydı Tayyip Erdoğan. O günlere kadar bize şöyle bakılıyordu: Siz, bizim üniversitelerimizde ancak temizlikçi, okullarımızda hademe,  apartmanlarımızda kapıcı, kamu kurumlarımızda evrak memuru veya hizmetli olabilirsiniz. Bundan fazlasını beklemeyin.
Babası cami imamı, annesi ilkokul bile okumamış olan İmam-Hatip Mezunu bir genç olarak ben, bu ülkede yaşayabilecek bir alan bulamıyordum. Genelkurmay her hafta bildiri yayınlıyor, “Bu ülkede birinci tehdit irticadır” diye bizi adres gösteriyordu. Yetmedi, Cuma hutbelerinde, imamlara, “Allah’ım! Ordumuzu yurdumuzu, her türlü bölücü ve yıkıcı iç ve dış tehditten koru” diye dua ettiriyordu. Birinci tehdit irticaydı, o da ben ve eşim ve benim gibi insanlardı.  Camide Cuma namazı kılıyorduk, imam, “Allah’ım, ülkemizi, bu camiye gelenler arasındaki azı insanların şerrinden koru” der gibi dua ediyordu. O kişi bendim. O gün şunu anladım, Türkler, “Önce Allah sonra devlet” değil, “Önce devlet, sonra Allah” diyen bir millettir. Bu yüzden Cuma Namazı’ndan soğudum. Şimdi bile, (o dua değiştirilmiş olmasına rağmen) bazen o günler aklıma gelir, Cuma Namazı kılmadığım olur.
Beni, bu halimle kabul edebilen tek adamdı Tayyip Erdoğan. “Siz bundan daha iyisine layıksınız” dedi bize. Bizi ancak o ve ekibi anlayabilirdi. Demirel “Başörtülüler Arabistan’a gitsin.” diyerek bize adres gösteriyordu. Ecevit, “Evinizde başınızı örtmenize karışıyor muyuz?” diyerek gizli tehditler savuruyordu.
Neydim ben? Kimdim? Ülkem için nasıl bir tehdit olabilirdim? Bunu hiçbir zaman anlamadım ve şu anda da anlamıyorum. Halbuki Şerif Mardin, “Türk Modernleşmesi” kitabında, bu ülkenin tarihinde Nakşibendilik kökenli bir folk İslam olduğunu, bunu göz ardı ederek bu toplumun anlaşılamayacağını çok zaman önce anlatmıştı. Anlamadılar, anlamadınız. Hâlâ da anlamak istemiyorsunuz.
Tayyip Erdoğan’a niçin oy verdim? Kendisini şahsen tanımam, bilmem. Arkadaş olsak, belki de benden hoşlanmaz, kim bilir… Bir kez karşılaştım kendisiyle o da (sanırım 1999 yılıydı) Ankara Altınpark’ta Belediyeler Fuarı’ndaydı. Hakkında dava açılmıştı, bir yere giderken, tek başına görmüş, “Tayyip Bey” diye seslenerek yanına gitmiş, tokalaşmış, “Sizi seviyoruz ve destekliyoruz” demiştik. O da, “Allah razı olsun” deyip gülümseyerek uzaklaşmıştı. Ne bir programına bizzat katıldım, ne aynı masada yemek yedik, ne de bir sohbetimiz oldu. Ama ben bu adama inandım. Benim gibiydi, Anadolu’dan gelmiş bir ailenin İmam-Hatipli bir çocuğuydu. Bülent Arınç ve Abdullah Gül de bizim gibiydi. Sezai Karakoç okumuş, Allah dostlarına hürmet etmiş, geçmişinden utanmayan, atalarıyla övünen, bugünü de anlamaya, yaşamaya ve bir şeyler üretmeye çalışan insanlardık.
Tayyip Erdoğan, diğerlerinin görmezden geldiği, ötekileştirdiği, hatta bazılarının “ülkemizden defolun” dediği, toplumun büyük kesiminden birisi olarak bana bu ülkede bir yaşama alanı sundu. Namaz kıldığım için utanmayacaktım, eşim başörtülü olduğu için mağdur edilmeyecektim.
Tayyip Erdoğan benim için, “nefes alabileceğim bir alandı. Bize bu ülkedeki herkesle eşit yaşama vaadi sunuyordu. Ben de inandım. Ve destekledim. Ama siz, bizi anlamadınız, dinlemediniz bile. Ben hayatım boyunca kimseye, “Sizi bu ülkede istemiyoruz” demedim. Ama hem ben hem de (gurur duyduğum) başörtülü eşim, “Sizi bu ülkeden, bu şehirden kovacağız” lafını yüzüne karşı dinlemiş insanlarız. Ak Parti ekibine önerilerde bulunan Gülse Birsel, acaba bir gün olup da, başını ellerinin arasına alarak, “Biz bu insanları niye anlamıyoruz? Kim bunlar ve bizden ne istiyorlar?” diye sormuş mudur kendisine, merak ediyorum. (Hemen aktarayım, eşimle birlikte, seyrettiğimiz tek dizi Yalan Dünya’dır.)
Tayyip Erdoğan, benim inançlarımı istismar ederek siyasî rant mı elde ediyor, çaresizliğimi maddî menfaatlere mi dönüştürüyor, benim üzerimden İslam anlayışımızı mı değiştiriyor, bunlar şu an umurumda değil. Gelecekte bu konuda ne düşünürüm, ona da Başbakan kendisi karar verecek.     
Bu ülkenin 76 milyonunun her biri bizim için onurlu bir insandır” diyerek Başbakan Erdoğan’ı kötüleyen Sayın Kılıçdaroğlu! Tayyip Erdoğan’ı kahraman yapan biz değiliz, sizsiniz. Bizi dinlemediniz, hep yönetilmeye mahkûm cahil insanlar güruhu olarak gördünüz. Menderes’in mirasına yaslanarak, 40 yıl boyunca muhafazakâr insanların oyunu alan Sayın Demirel! Bize ve eşlerimize “Gidin Arabistan’da okuyun” diyeceğinize, devletin zirvesindeki kişi olarak, “Ben bu ülkenin evlatlarını size yedirmem. Gidin, makul bir çözüm bulun.” deseydin, diyebilseydin, şimdi başımızın tacı olabilirdin. Ama demedin, diyemedin. Şimdi, İmam-Hatip mezunu olan Abdullah Gül, aynı köşkte, bira içip “ağaçları kestirmem” diye bağıranları sahipleniyor.
Ak Parti’nin imkânlarından faydalanıp iyi bir kadro ve geniş imkânlara sahip olmuş biri değilim. 2004’te, bir kamu kurumunda sendikalı geçici işçi (kurumdaki karşılığı at bakıcısıydı), 2007’de sözleşmeli personel, 2001’de büro personeli kadrosuyla çalıştım. (Benimle birlikte bu kadroyu alanların yarısı Ak Parti’den nefret eden, asla oy vermeyen ve vermeyecek olan kişilerdi. Bizzat çalıştığım kurumdan biliyorum.) Şu an aynı kadroyla çalışmaya devam ediyorum. Yoksulluk sınırıyla açlık sınırı arasında bir yerlerde duruyorum sanırım.
Buna rağmen, bulunduğum her ortamda Ak Parti kimliğinin temsilcisi olarak, bütün eleştirileri göğüsledim. Ak Partili olup da, Cyrano de Bergerac’tan övgüyle bahseden, Bertolucci ve Fellini’nin filmleri üzerinden Roma’yı, Godard, Resnais, Traffaut filmleri üzerinden Paris’i anlatan yazılar yazdım. Hatta Gülse Birsel’in Yalan Dünya’da kullandığı Nessun Dorma’yı ben de radyo programımda kullandım. Gülsel Birsel, bu ülkenin yüzü oluyor ama biz olamıyoruz. Bunu bize izah edemediniz.
Tayyip Erdoğan izah etti. Bu adam, benden utanmadı, beni yanına aldı, “Sen Türkiyesin! Haydi, birlikte yürüyelim” dedi. Ve siz, Başbakanın bu toplumu anlamadığını söyleyenler! Siz bu toplumu ne kadar anladınız ki, O’nu eleştiriyorsunuz! Siz bu toplumun % 50’sini yok sayarak bu ülkeyi yöneteceğinizi zannettiniz. Sizin dışlayıcı, ötekileştirici, hatta aşağılayıcı tavırlarınız sürdükçe Tayyip Erdoğan daha da güçlenecek. Ve siz böyle yaptıkça ben O’ndan vazgeçmeyeceğim.
Çünkü Tayyip Erdoğan bir kişi değil, bir değerdir. Bir düşünce tarzı, bir yaşam şeklidir. Ve beni temsil ediyor. Bana “Ak Partili misin?” diye soranlara şu cevabı veriyorum: “Ben Ak Partili değilim, ben Ak Parti’nin kendisiyim.” Anayasa Mahkemesi, Ak Parti’yi kapatma davasını görüşürken, bir arkadaşımla şöyle bir karar aldık; Eğer bir gün, bu ülkede, Tayyip Erdoğan idam cezasına mahkûm edilirse, biz de Kızılay’ın Güvenpark’ında, “Bizi de asın” diye pankart açacağız.
Meslek hayatım boyunca, tanıştığım sosyal demokrat kökenli arkadaşları tarafından, “Senin AKP saflarında ne işin var?” sorusuna muhatap kalmış, onlara “Benden çok daha iyileri var. Ben sıradan bir Ak Partiliyim” cevabını vermiş birisi olarak, şunu anladım: Bize yaşadığınız ülkeyi ve toplumu tanımıyorsunuz diyenler, toplumu tanıma konusunda bizden daha kötüler.
Erbakan’a ya da Tayyip Erdoğan’a oy vermiş birisinin, Kieslowski izliyor, Leonard Cohen dinliyor, Bukowski okuyor olabileceğini tahmin bile edemiyorlar.
Acaba hangimiz bu topluma yabancıyız?
Ak Parti ekibinin kendisini anlamadığını düşünenler, şu gerçeği kaçırmamalıdır: “Başbakanı yedirtmeyeceğiz” sözü, sadece bir kişiyi değil, bu toplumda oldukça yekûn tutan bir yaşam şeklini, bir inanma biçimini savunuyor. “Mahalle baskısı” tabirine sımsıkı sarıldığınız Şerif Mardin’in, “Folk İslam” ve “Saray İslâmı” tabirlerini de anlamaya çalışsaydınız, bu gerçeğe biraz yaklaşma fırsatı yakalayabilirdiniz.    


alıntıdır..
link : tık